Limon Bahçesinde Bir Lahza

Yağmur ERDEM

 

Limonluk bahçesinin etrafını temizliyordu Şinasi Bey, birdenbire karşısında güneş vuran eski çinili vazo dile geldi:

“-Eee Şinasi Bey, sen 5 yıldır burada çalışıyorsun ama ben 144 senedir buradayım, gel biraz dertleşelim, seninle kimleri gördüm nelere şahit oldum harpler, padişahlar, birbirinden güzel sultanlar, krallar, idamlar. Hep özen ve itinayla silindim, tozum alındı..”

Birden o esnada Limon ağacı da dile gelir: “Durun biraz ben de konuşayım Şinasi Bey ile gerçi ben ise sadece seyrettim olanları lakin etrafıma saf güzellik ve gölge verdim paşalarıma. Şu dadı kalfa yok mu ne çok severdi yapraklarımı, kıtır kıtır yerdi padişahım diye öter dururdu. Demir dökme sandalyeler, atlas perdeler, beş çayında içilen mis kokulu sinameki çaylar…”

Şinasi Bey gözlerini açmaya başlar tansiyonu düşmüş ve içi geçmiştir, saat 18.45’tir. Gün, güneşin batmaya başladığı kıpkırmızı bir sonbahar günüdür. Şinasi Bey “hay Allah müstahakkını versin meğer rüyaymış çok şükür” diyerek iç geçirirken, etrafına bakınır tüyleri ürpererek bir an. Papağan dadı kalfanın sesini duyar gibi olur “Şinasi unutma beni ve bu sarayı aziz dost!”

Şinasi Bey, hızlı adımlarla uzaklaşır limonluk bahçesinden…

Bir yazarımızın dediği gibi eşyalarda da gam, neşe yok mudur? Mesela servi, bir gamlı ağaçtır, çınar neşeli… Dolmabahçe Sarayındakilerde kıvrak, genç ve şakrak bir gülüş… Mesela bir masa alırsınız ki somurtkan, kasvetlidir, bir kanepe görürsünüz ki, gülümseyen ve müsterih tıpkı Şinasi Bey’in, Yıldız Sarayı’nın limon bahçesinde başına geldiği gibi. Diyeceğim o ki; eşyalar da insanları kimliklerine, zamana, mekâna ve diğer insanlara bağlayan hafıza bağlarıdır, eşyada Şinasi Bey gibi dile gelmelerini görmeleri eşyanın bir ağırlık, yüzey ve hacimden daha fazlası olduğunu yani bir hatırası olduğunu düşünmelerine dayanır belki de.