Gece yarısı yatsı namazını kılmış, etrafı toparlamış bir türlü uyku tutmamıştı. Sonra Kur’an’ı okumuş, sahur vaktinin gelmesini bekleyerek günlük cüzünü bitirmişti. Zigon sehpanın üzerine okuduğu cüzü koydu, ateşteki çayı aldı, dolaba baktı fazla bir şey yoktu, zeytin ve biraz tereyağından başka.
Birden aklına eşi Rasim beyle yaşadığı yılları gelivermişti. Tuhafiye dükkânında yaptıkları sahuru, oğulları Bülent’i ve komşularını düşündü. Lütfiye teyzenin gözleri birden doluvermişti. Mırıldandı kendi kendine “Eski günler” diye, eşini ve oğlunu çok özlemişti. Ne olsa evlattı, yanına gelse eline öpse yine affederdi. Belki hayırsızın tekiydi oğlu Bülent; okumamış, iş bulmamıştı. Haylazlığıyla, kötü işleriyle babası Rasim beyi de kalpten götürmüştü. Tuhafiye dükkânını ipotek ettirip ayak takımı mahallesinden kız kaçırınca iyiden iyiye aile bağını koparmış, sonra da hapse girince, çevreden “Oğlu mafyaya karışmış bir daha gün yüzü görmez” diye dedikodularını duyar olmuştu.
Lütfiye teyze, camdan baktı, hava yağmurluydu. Zeytin ile biraz da margarin sürerek bir dilim ekmek yedi; bir of çekti derinden gamlı günleri gelince aklına. “Ah gençlik” dedi, sabah ezanını duydu, abdestini alıp namazını kıldı saat 5 buçuk olmuştu. Kedisi Haşime miyavladı bana yemek yok der gibi, mamasını suyunu koydu başını okşadı. Çekyata uzandı battaniyesini üstüne örttü, biraz uyurum belki demişti. Eline kalbinin üstüne doğru götürdü niyetini etti içinden. Ama koluna ağrılar girmeye başlamıştı, birden “Ya Allah” dedi kalktı çekyattan, hazırlanıp siyah feracesini giyip başörtüsünü takarken, kapıda beliren köpeği Çipil ile kedisi Haşime baktı. “Akşama görüşürüz” dedi kapattı kapısını.
Evinin önüne yığılan beş koliyi gördü. Minibüsçü Muhsin bıraktırmıştı, belediyeden geldiğini anladı, gecekondunun kapısını çekti, ağır ağır yürümeye başladı. Fazilet bakkalın eski yerine market açılmıştı. Komşuları ölmüş, yerinde yeller esiyordu. Eski sokağındaki geçmiş günleri hatırladı sonra da marketten pamuk şeker, lolipop, araba oyuncak ve bebekler aldı. Sakızlar, bir on tane de gofret; bunlar benden dedi markette çalışan kasiyer kız. Lütfiye teyzeye yardımda bulunuyorlardı.
Minibüs durağına doğru yürüdü, minibüsçü Muhsin; “Günaydın teyzelerin en güzeli” dedi. “Lütfiye teyzeye, çocuklar yer verin, ne biçim gençsiniz.” Cevval bir adamdı minibüsçü, “Oğlum dokunma çocuklara bırak otursunlar” dedi Lütfiye teyze. Kulaklık takılı olan çocuk yer verdi, hemen arkadaki platin sarısı saçlı kız söylendi, “Bunlar da bedava biniyorlar” dedi yanındaki arkadaşına.
Şirinevler’e gelmişti minibüsçü Muhsin, “Aldın mı teyzem kolileri” dedi Lütfiye teyzeye. Sağ ol evladım aldım dedi, gözleri doldu ağlamaya başladı, kendi oğlu gelmişti aklına şimdi hapisteydi. Yine derinden ah çekti, yeşil gözlerinden bir damla daha yaş akmıştı. Meydana doğru yürüdü, poşeti açıp koydu. Kasiyer kızın ona verdiklerini yoldan geçen bir çocuğa vermek istedi. Çocuğa kızarak “Bırak onları ben sana marketten alırım bozuktur şimdi onlar” dedi yanındaki annesi. Çocuk ağlamaya başladı. “Sen niye böylesin anne, niye sinirlisin hep, mutsuzsun.” İkram edilen gofretleri alamayan çocuk, el salladı Lütfiye teyzeye. Lütfiye teyze, kocasından ölüm maaşı ile belediyeden yardımla geçimini ancak sağlayabiliyordu.
Ne çabuk da akşam vakti olmuştu. Akşam ezanı okunmuş orucunu açamamıştı daha. Kolu ağrımaya, soğuk terlemeye başlamıştı Lütfiye teyze. Tacettin yokuşuna yürürken, sanki annesi Zümrüt hanımı ve eşi Rasim beyi görmüştü bir siluet geçmişti gözünün önünden. Eve gidip kolinin birini aldı içeri mutfaktaki masaya koydu, derin bir oh çekip bir bardak suyla orucunu açtı; çorbasını koyup ekmek dilimledi çorbasına bir kaşık alıp bıraktı, geri kalanını köpeği Çipil, kedisi Haşime pay etti.
Annesinin yeşil eşarplı hali önüne düştü, eşi Rasim beyi de genç haliyle ona gülümsüyordu. Yere yığılıp kalmıştı Lütfiye teyze; kalp krizi geçiriyor bilinci gidiyordu. Gözlerinin önünde kırmızı balonlar, uçurtmalar uçuşurken görmüştü, bırakıp gidiyordu artık. Bu dünyayı gözü dönmüş insan denen yaratıklara bırakıyordu, son nefesini vermişti artık.
Oğlu az zaman sonra çıkan bir afla hapisten çıkmış, haram paradan zenginleşen bir yeni bitme Bülent’ti; yalılarda oturuyor, en pahalı şarapları içiyor ve konfor içinde yaşıyordu ama ne var ki o eli kanlı azılı bir katildi. Bülent çok geçmeden bu şatafat ve israftan çökmüş pis serseriye dönmüştü. Bir gün izbelik bir yerde aşırı uyuşturucudan cesedini buldu çöpçüler. Demek ki para mutluluk getirmiyormuş, başkasının ahları üzerine hayat kurulamayacağını geç de olsa anlamıştı ama iş işten geçmişti artık. Aynı hafta eşine de kanser teşhisi konmuştu.
Bu dünya denen sınav salonunda, kimi kibir ve fakirlikle, kimi makam ve zenginlikle sınanıyordu. Bu büyük dershanede kimin neyle sınanacağı belli olmuyordu. Ama tek kuralı; sevgiyi ve merhameti, insan olmayı aynı kefeye koymayı bilmiyordu insanoğlu. Ah bir bilseydi, yaşayıp gitseydi temiz ve pak ama işte dünya hali… Ne de güzel boyuyordu dünyanın renkleri insanın gözlerini Tacettin yokuşu.