Fahrettin Gün’le Eğitim ve Gençlik Üzerine

Röportaj: Muhammed Ali Türegün

 

Fahrettin Gün Bey, edebiyat dünyamızda Mehmet Akif Ersoy ve yakın dostu Eşref Edip gibi son asra damgasını vurmuş münevver şahsiyetlerle ilgili çalışmaları bulunan ve aynı zamanda yakın tarihle ilgili araştırmalar yapan bir yazarımızdır. Kendisiyle eğitim ve gençlik meselelerini ve bu konuda yakın tarihimizdeki büyük şahsiyetlerin yaklaşımları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

“Çocukları Öpmekte Meleklerle Yarışmak” isimli kitabınızda eğitimin anne karnında başladığını söylüyorsunuz. Sizce gençlerin eğitiminde anne karnından başlanılarak akıl baliğ oldukları döneme kadar ki süreçte anne-babalara ve eğitimcilere düşen sorumluluklar, görevler nelerdir?

Evet, eğitim anne karnında başlar. Çocuk anne karnında iken dört ayı tamamlandığında Kutlu Kitabımızın ifadesiyle ruhu üfürülür. Artık anne rahminde duyan, hisseden bir canlı vardır. Bu süreçte annenin oldukça hassas davranması, kendini üzecek davranışlardan kaçınması, yer yer karnında taşıdığı çocukla konuşması ve ona şefkat göstermesi gerekmektedir. Babanın da eşine iyi davranması, olumsuz davranışlardan kaçınması, onu helal rızık ile beslemesi, eşine sevgi ve anlayışlı olması gerekmektedir.

Çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte bu kez anne ve babanın asıl görevleri başlamaktadır. Malum olduğu üzere çocuğun ilk eğitimcileri anne ve babalardır. Hal böyle olunca evde bir huzur ortamı oluşması ve çocuğun bu ortamda büyümesi oldukça önemlidir. Sorumluluk noktasında anne ve babanın payları ortaktır. Adeta bir tahterevalli oyunu gibi çocuk merkeze alınarak anne ve babanın bu oyunu dengeli bir biçimde oynamaları gerekmektedir. Eşlerden birinin bu oyunu oynamaktan vazgeçmesi, yani sorumluluktan kaçınması, çocuğun eğitiminin eksik kalması anlamına gelir. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken husus, çocuğun televizyon gibi unsurlardan uzak tutulması, onun zihin dünyasının boş ve anlamsız karelerle, boş figürlerle doldurulmamasıdır. Bu noktada çocuğa 3-4 yaşlarında Allah ve Resûlullah sevgisinin öğretilmesi, aşılanması büyük bir görev ve sorumluluktur. Tabi anne ve babanın yaşamlarıyla, yaptıkları ibadet ve eylemlerle ona örnek birer rol model olmaları elzemdir.

Yine bu minvalde çocuk eğitiminde karakterin eğitilmesi hususu asla gözden ırak tutulmaması gereken bir olgudur. Bu oldukça zorlu bir iştir. Hatta bu sebeple pedagoglar, psikologlar insandaki en zor eğitimin karakter (seciye, huy, tabiat, ayırıcı vasıf) eğitimi olduğunu söylerler. Karakteri besleyen huyların değişiminin en zor olduğunu yine dile getirmekten de kaçınmazlar. Bu yüzden “Can çıkar huy çıkmaz”, özdeyişi de bu savı doğrulayan bir söylemdir.

Diğer taraftan çoğu eğitimbilimci ve psikolog, karakter eğitiminin anne karnında başlayıp 3–4 yaşına kadar devam ettiği konusunda hem fikirdirler. Bazıları bu yaşın 3–4 değil de 6–7 yaşına kadar devam ettiğini ileri sürerler.

Fakat burada dikkat çekici husus şudur: Karakterin oluşumu ve tamamlanması ister 3–4, isterse 6–7 yaşına kadar sürsün, çocuğun hayat boyu sürecek karakter olgusunun daha çok küçük yaşta oluştuğu ve oluşan bu karakter yapısının hayat boyu sürecek olduğudur. O nedenle en mühimsenmesi gereken olgu bahsi geçen yaşlarda sağlıklı bir ruhi gelişimin olması, şahsiyetinin sağlıklı bir zeminde neşet etmesi için çocuklara gereken ilgi ve alâkanın gösterilmesinin gerektiğidir.

Bu noktada şahsiyetli bir gelişimin olması için çocukların özgüven ve özgür bir ortamda yetişmesi en önemli koşullardan biridir. Özgüven için ise manevi-ruhi eğitim olmazsa olmazlar arasındadır. Manevi eğitimin istenildiği ölçüde verilememesi karakteristik gelişimin tamamıyla aksaması ve karakter eğitiminin eksik bırakılması anlamına da gelir. Çünkü çocuk şahsiyetinin oluşumunu, karakteristik gelişimini tamamlayamazsa, dürüstlük, yardım severlik, saygı, sevgi, doğruluk, vicdan, adalet, şükür, anlayış, sabır, hoşgörü, azim, çalışkanlık gibi ahlaki değerlerle bir bileşke oluşturamaz. Bu sebeple karakter eğitiminde şahsiyetin gelişimi ve olgunlaşması ana hedeftir.

Karakter eğitimi daha açık bir deyişle çocuğun inanç olgusuyla tanışıp, var ve bir olan Allah’a inanmanın, onun yüceliğini algılamanın, toplumun ruh hamuru ve fikir mayası olan manevi değerlerle hemhal olmanın hayata yansımasıdır. Çocuğu hayat yürüyüşüne alıştırma denemesidir. Ahlâkî davranışların benimsetilip, içselleştirilmesi çabasıdır. Hayata başlayan bireyin hayatı keşfetme ve onun üstesinden gelme girişimidir.

Dilerseniz bu kadar cevapla yetinelim. Çünkü bu konu oldukça önemlidir. Sizin de belirtiğiniz gibi ben konuyu “Çocukları Öpmekte Meleklerle Yarışmak” ve “Çocukların Kokusu Cennetin Kokusudur” başlıklı eserlerimde izah etmeye çalıştım.


Mehmed Âkif Ersoy’un yakın dostu Eşref Edib’le ilgili de çokça çalışmanız var. Eşref Edib’in “Çocuklarımıza Din Kitabı” adlı eserini eşiniz yazar Mine Alpay Gün Hanım’la birlikte hazırlayıp yayınladınız. O eser özelinde çocukların dini eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği hakkında neler söylersiniz?

Eşref Edib tarafından kaleme alınan “Çocuklarımıza Din Kitabı” başlıklı eser, yetmiş küsur yıl önce yazılmış ve yazıldığı dönemde büyük bir sevinçle, heyecanla, takdirle karşılanmıştır.

Yayınlandığı dönemde Diyanet İşleri Başkanı olan Profesör Ahmet Hamdi Akseki, “Sahîh-i Buhârî” adlı hadis kitabının 4. cildinden itibaren mütercimi olan Profesör Kâmil Miras gibi Cumhuriyet döneminin önde gelen ilim adamları tarafından çok başarılı bulunmuş, hakkında övgüye değer pek çok yazı kaleme alınmış, bütün velilere, anne babalara bu kitapları çocuklarına okutmaları tavsiye edilmiştir.

Bahsi geçen eser başlangıçta yasaklanmış, toplatılmış daha sonraki çok partili hayata geçiş süreci olan 1945’lerden sonra serbest bırakılarak 1940’lı yılların sonunda birçok baskısı yapılmıştır.

Eşref Edib tarafından olağanüstü siyasi koşulların hüküm sürdüğü bir süreçte hazırlanan, hatta tek parti yönetimince çeşitli bahanelerle yayını durdurulup toplattırılan bu güzide kitaplar, çocukların yaş seviyesi, anlayış seviyesi dikkate alarak hazırlanmış, Müslüman anne babaların, Müslüman çocukların istifadesine sunulmuştur.

Bu noktada söyleyeceğim husus, yukarıda da ifade ettiğim üzere dini eğitim verilirken çocuğun karakterinin dikkate alınması gerektiğidir. Zaten sizin de “Çocuklara dini eğitim nasıl verilmelidir?”, sorunuz karakter noktasında düğümlenmektedir.

Bilindiği üzere çocukların ilk öğretmenleri ebeveynleri, yâni anne babalarıdır. Daha sonra yaşı büyüdükçe ebeveynlerinin öğretmenliği sürerken, öğretmen halkasına yenileri eklenir. Dolayısıyla çocuğun ruh hamurunu, fikir mayasını anne, baba ve öğretmenleri birlikte “yoğururlar”. Bu açıdan marangozlukla, öğretmenlik arasında benzerlik  vardır. Marangozlar da öğretmenlerde her şeyi milim milimine santim santimine ölçüp biçerler. Sonra da biri insanı, biri de ağacı yontmaya ve istenilen şekli vermeye başlar. Marangozun işi günler alırken, öğretmenlerin mesaisi ise yılları bulur. Marangoz yaptığı eseri götürür, ölçüye uymazsa, fazla gelirse keser, tekrar ölçüyü tutturmaya çalışır… İstenilen ölçüleri biraz çabalayarak zor da olsa tutturtur. Öğretmenlerin ise böyle bir şansları yoktur. Şayet bazı olumsuzluklar, bazı huyları fazla gelirse ne yontabilir, ne de fazlalıkları kesebilirler. Çünkü muhatabı insandır. Hâl böyle olunca öğretmenler çocukları eğitirken marangozdan  daha hassas davranmak zorundadırlar. Böyle bir süreçte öğretmenleri insan yetiştiren sanatkârlar olarak nitelemek hiç de yanlış olmaz.

Öte yandan eğitime dair, çocuğun nasıl yetiştirileceğine dair yazılan kitaplar konusunda da azami dikkat göstermek gerekir. Her kitapta anlatılan eğitim ve öğretim yöntemlerini her çocuğa uygulamak doğru bir davranış değildir. Zaten uygulansa da fazla bir netice alınamaz. Çünkü her çocuk farklı fıtratta, farklı mizaçtadır. Asgari bazı konularda aynı yöntemler elbette uygulanabilir. Lâkin bazı yöntemler bir çocuğu motive edip başarılı kılarken, aynı yöntemler bazı çocuklarda aynı etkiyi göstermeyeceği gibi aksi tesir de yapabilir.

Bu noktada insanın yaratılış serüveni ve yeryüzüne sınav için gönderildiği hususu ele alındığında, insanın meyilleri ve kabiliyetleri de buna dâhil edildiğinde eğitim ve öğretimin fonksiyonu daha iyi anlaşılır. İnsanların hem iyiliğe, hem de kötülüğe meyli ve kabiliyetleri vardır. Şayet mizaçları ve kabiliyetleri noktasında insanlara uygun yöntemler tatbik edilirse pek tabii o insanları eğitmek mümkündür. Yeter ki uygun eğitimleri tatbik edilsin…

Doğuştan getirilen kabiliyetlere göre ise her insanın eğitimi farklılık ve ayrıcalık arz eder. Bu durum ise bazı insanların eğitimini kolaylaştırırken, bazı insanların eğitimini zorlaştırır. Lakin eğitim konusunda Hz. Peygamber’in, “İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz” buyruğu hiç hatırdan çıkarılmaması gereken en önemli olgudur, en önemli prensiptir…

İyimserlik ve kötümserlik noktasında payımıza düşen ise, inanç düzlemindeki “Korku ve Ümit” arasındaki devri daimden farklı değildir. Fakat konu eğitim olunca ümit olgusu daha fazla öne çıkmaktadır. Eğitimdeki açmazların giderilmesi konusunda ise, sabır ve ümit en etkili metot ve yöntemdir. Bu süreçte, evrensel uyarıcılar olan Peygamberlerin de birer eğitimci olarak gönderildikleri hiç hatırdan çıkarılmamalıdır Ayrıca, yine Peygamberlerin toplumları eğitirken çektikleri, katlandıkları zorluk ve meşakkatler de dikkate alınmalı ve gözlerden ırak tutulmamalıdır…

 

Milli Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy ile ilgili birçok çalışmanız bulunuyor. Gençlik meselemiz üzerinden Mehmed Âkif Ersoy’u okuduğumuzda “Asım’ın nesli” tabiri bizlere neler söyler? Mehmed Âkif’in seçtiği ideal gençliği neden “Âsım” adıyla sembolize etmiştir?

      “Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
      İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.”

 Âsım, Mehmed Âkif’in, Safahat külliyatında yer alan ve “Âsım” adını taşıyan altıncı kitabındaki hayali kahraman genç modelidir. Eserde, Âsım’ın babası olan Köse İmam, konuşması sırasında memleketin kötü durumundan dert yanarak, bunu kimin düzelteceğini sorar. Âkif Bey, “Âsım’ın nesli hocam” şeklinde cevap vererek, birçok cephede ve Çanakkale’de çarpışmış olan bu neslin meziyetlerini sayar.

Üstad Âkif’in ideal gençliği için “Âsım” ismini seçmesi kanaatime göre sahabelerden kaynaklanan bir yaklaşımdır. Burada ilk akla gelen isim “Âsım bin Sabit”tir. Bu sahabe, Ensar’dan İslâm’ı seçen büyük bir kahramandır. Akabe Biatlarında bulunmuş, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştır. Yine bu bağlamda sahabeden Âsım adıyla bazı şahsiyetlerde vardır: Âsım b. Ebi Cebel, Âsım b. Hadred, Âsım b. El- Hakem, Âsım b. Süfeyn, Bedir ehlinden Âsım b. Adiy, ashabın önde gelen kahraman şairlerinden Âsım b. Amr Et- Temimî bunlardan bazılarıdır.

Diğer taraftan Tabiiden ve âlimlerden bu ismi taşıyan pek çok şahsiyet vardır. Fakat Üstad Mehmed Âkif’in esin kaynağının ilk bahsettiğimiz Âsım bin Sabit olması muhtemeldir. “Âsım bin Sabit’in”, özellikle de Hz. Peygamber tarafından övülmüş bir şahsiyet olması kanaatimizi daha da güçlendirmektedir.

Üstad Âkif ise “Âsım” adlı esrinde bütün ümidini gençliğe bağlamıştır. Çünkü bilgi ve fazilet ancak onda, dilediği kemâlde toplanabilir. Onun için ideal genç, ahlâkî temizliğini, duruluğunu, vicdanî arılığını muhâfaza ederek müsbet ilme kendini veren ve müsbet ilim yolunda muvaffak olan bir modeldir. Fazileti çok derin ve çok kuvvetli olan, fakat fazileti, asırların yürüyen ilmiyle birleştirememek yüzünden bünyevî kudreti felce uğramış gibi görünen İslâm ümmetinin ilmin gücüyle donatarak onun durgun faziletine hız verecek, bilgi ve faziletle yeni mesut yurdu kuracak bir modeldir, Âsım’ın nesli…

Bu noktada merhum Âkif’in ikinci Asım’ı başlıklı eseri çok yazmak istediğini biliyoruz. Ne var ki buna ömrü vefa etmemiştir.  Keşke bunu yazabilseydi…

 

Mehmed Âkif Ersoy’un yakın dostu, Sahabelerden sonra en çok sevdiği şahsiyet olan Babanzâde Ahmed Naim, Osmanlı’nın son döneminde öne çıkan eğitimcilerimizden. Sizin de onun hakkında 4-5 eseriniz bulunmakta. Türkiye Yazarlar Birliği’nde Mehmed Kurtoğlu ile yapmış olduğunuz söyleşinizde Babanzâde Ahmed Naim’in Mehmed Âkif Ersoy’u oldukça etkilemiş bir şahsiyet olduğundan bahsediyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Mehmed Âkif’in babası olan ve Osmanlı ülkesinde ayrıcalıklı bir medrese olan Fatih Medresesinin müderrislerinden Temiz Tahir Efendi’nin 1888 yılında erken yaşta vefat etmesi, daha 15 yaşında olan Mehmed Âkif’i bilgi açısından kısmen “hâmisiz” bırakır. Yeni açılan Baytar Mektebi’nde Fransızcasını ve Arapçasını geliştiren Mehmed Âkif sürekli okur. İşte aydınların pozitivizmden fazlasıyla etkilendiği bu süreçte Âkif’in karşısına büyük bir talih örneği olarak Galatasaray ve Mülkiye mezunu, mükemmel Fransızca bilen, akaid olarak zihninde hiçbir şüphe ve tereddüt olmayan, kıstas olarak nass’ı esas alan Mustafa Fazıl Paşa’nın dört oğlundan biri olan Babanzâde Ahmed Naîm çıkar…

Bu bağlamda bahsettiğiniz söyleşide de ifade ettiğim üzere M. Emin Erişirgil’in şu ifadelerini aktarmakta yarar var: “… Âkif, Naîm Bey’le tanıştığı sırada birçok mektepli gençler gibi zihni, Müslümanlık akîdelerinde tereddütlerle dolu idi. Naîm Bey’in kafası ise öyle yapılmıştı ki şüphe denilen nesne, orada yaşayamazdı: Ona göre her şey ya “nass” idi, ya hiçbir şey… Âkif… Kendi kendine ‘Zihni Paşa’nın çocuğu Naîm Bey, Fransızca hocadan kimsenin alamadığı numarayı alan Naîm Bey’, diyordu, ‘Mademki beş vakit namaz kılıyor, İslâm’ın her şeyine kayıtsız şartsız inanıyor, demek ki Müslümanlık tereddüt götürmeyen hakikatlerin birikimidir.’ Bu kanaattir ki ona babasından, ailesinden, mahallesinden aldığı dinî terbiyenin yerinde olduğunu öğretmiş oluyordu da onlara dört elle sarılması gerekiyordu. Âkif’in, Naîm Bey’e minnettar olduğu taraf işte budur.”

Erişirgil’in bahsettiği “Mehmed Âkif’in imanî konularda tereddütleri” hususundaki ifadelerine ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. Çünkü Erişirgil’in bahsettiği 1890’lı yıllarda, sözgelimi 1894 yılında, Mehmed Âkif’in Baytar Müfettişi olarak tayin edildiği Edirne’de kısa sürede Kuran-ı Kerim’i hıfzettiği ve İstanbul Süleymâniye Bozdoğan Kemeri’nde bulunan Kirazlı mescidde aynı yıl mukabele okuduğunu, ertesi yıl da aynı mescitte mukabele okumayı sürdürdüğünü biliyoruz. Yine ilk şiirlerinden biri olan “Kur’ân’a Hitâb” başlıklı şiiri Mektep Mecmuası’nda 1895 yılında yayınlanmıştır. Durum böyle olunca Âkif’in akîdevî tereddütleri olması ve onları giderilmesinden öte, Babanzâde’nin Mehmed Âkif için ideal bir münevver modeli olduğunu ve Âkif’i olumlu anlamda etkilediğini söyleyebiliriz. Ayrıca, Ahmed Naîm ile Mehmed Âkif arasındaki bu fikir ve düşünce etkileşiminin çift taraflı, yâni karşılıklı olduğunu söylemek daha yerinde bir tespit ve değerlendirme olur.

Babanzâde Ahmed Naim de başlangıçta şiir yazmış hatta kitap olarak da bastırmıştır. Lakin daha sonra şairliği bir yana bırakarak hayatını ilme ve eğitime vakfetmiştir. Fakat Mehmed Âkif’in şairliğine meftundur. Onu şiir yazması konusunda her daim desteklemiş, hatta zorlamıştır bile diyebiliriz.

 

Babanzâde Ahmed Naim gibi büyük bir şahsiyetin yaşadığı zamanlarda da elbette ki gençlerin gündelik hayatta birtakım çözülmesi gereken meseleleri olmuştur. Bu büyük şahsiyetler de yazdıkları yazılarda bu meseleye nasıl değinmişlerdir? Bu noktada Babanzâde Ahmed Naim’in eğitimcilik vasfı konusunda düşünceleriniz nedir?

Babanzâde Ahmed Naîm, II. Meşrutiyet döneminin fikir ve düşünce açısından en etkili isimlerinden biridir. Diğer bazı yayın organlarının yanı sıra İslâmcılık düşüncesinin yayın organı olan Sırat-ı Müstakim- Sebîlürreşâd mecmualarında yazdığı makalelerle bu yetkinliğini bütünüyle ortaya koymuştur. Klasik ifadeyle o, yaşadığı dönemde düşünce hayatına damgasını vurmuş bir mütefekkirdir. Özellikle hadis tercümeleri, hadis ilmine dair telifleri, felsefe ilmine dair telifler ile Batı felsefecilerinden yaptığı tercümelerle bilim ve düşünce dünyasına çok büyük katkıda bulunmuştur. Yine bu doğrultuda; tarih, akaid, fıkıh, kadın, tesettür gibi konularda kaleme aldığı pek çok makaleyle ilim adamlığı vasfını öne çıkarırken, bunun bir izdüşümü olarak 1895’te Galatasaray Lisesi’ndeki Arapça ve Akaid hocalığından başlayarak eğitim ve öğretime katkısını daha da ilerletmiş. 1911 yılında başlayıp, 1933’teki üniversite reformuyla yapılan ideolojik tasfiye hareketine kadar Dârülfünûn’da Felsefe, Mantık, Ahlâk, Psikoloji ve Metafizik derslerinde akademik çalışmalarıyla varsıllığını ispat etmiş güzide bir şahsiyettir, güzide bir mütefekkirdir…

1918 yılında Dârülfünûn’da rektörlük görevine seçilmiş, bu süreçte gündeme gelen “karma eğitim”e şiddetle karşı çıkmış, karma eğitim kararı alınması üzerine makam mevki düşünmeden rektörlük görevinden istifa etmiştir. Felsefe grubu hocalığına üniversite reformunun yapıldığı 1933 senesine kadar sürdürmüş ve bu yıl emekli edilmek yerine hocalık görevine son verilmiştir.

 

Şimdide dilerseniz konuyu Mehmed Âkif’in eğitimcilik vasfına getirelim. Bildiğim kadarıyla Mehmed Âkif, Darülfünun başta olmak üzere pek çok okulda hocalık yapmıştır. Hatta da sonra Mısır yıllarında da 1929’dan itibaren Kahire Üniversitesi’nde hocalık görevini sürdürmüştür. Bu bağlamda Mehmed Âkif’in eğitimcilik vasfını ele alırsak nasıl bir durumla karşılaşırız, özelliklede çocuk eğitimi konusunda?

 Mehmed Âkif’ten söz açıldığında ilk akla gelen onun şairlik yönüdür. Fakat o aynı zamanda Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin önde gelen mütefekkirlerinden ve eğitimcilerden biridir. Çünkü o pek çok meselede özellikle de içtimai konularda fikir ve görüşlerini serdetmiştir. Her ne kadar toplum katmanlarında şairlik vasfı öne çıksa da, resmi mesleğinin “Baytarlık” ve “Muallimlik” oluşu onun farklı ve ayrıcalıklı bir münevver olduğunu gösteren vasıflardır. Yine 1908’den 1925’e uzanan süreçte devrinin en etkin basın organlarından biri olan ve çıkış sürecinde “İttihad-ı İslâm’ın” neşir organı şeklinde neşvünema bulan Sırat-ı Müstakim-Sebîlürreşâd mecmualarının başyazarı ve genel yayın yönetmeni gibi unvanlarla matbuat hayatında uzun süre yer alması, onun çok yönlü bir ve mütefekkir olduğunu gösterir. Onun bütün eserleri İslâmi bir tefekkürün derin izlerini taşır.

Türkçeyi mükemmel biçimde bilen ve kullanan, mazmunda önüne geçecek bir isim olmayan Âkif, anadilinin yanı sıra Arapça, Farsça ve Fransızcaya da son derece vakıf bir şahsiyettir. .

Üstad Âkif, 3 Haziran 1912 tarihli Sırat-ı Müstakîm’in 93. sayısında kaleme aldığı “Hasbıhal” başlıklı yazıda “çocuklarımızı kendimize benzetmemizin cinayet olacağından” bahisle çocuk eğitiminin önemine ve çocukların nasıl eğitilmesi gerektiğine dair görüşlerini şöyle dile getirir:

“Bizim adam olabilmemiz için çocuklarımızı okutmaktan, asrın icabına göre terbiye etmekten başka çare olamayacağını anlamayan ya hiç kimse yoktur, ya pek azdır. Kendimiz ister okumuş, ister görmüş olalım… Artık mâziye karışmış sayılacağımız için, bugün düşüneceğimiz bir şey varsa o da istikbâldir, yani evlatlarımızdır.

Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye çalışırsak cinayet işlemiş oluruz. Hikmeti doğrudan doğruya Peygamberimizden alan, öğrenen Hz. Ali diyor ki: “Ciğerpârelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınızda olsun ki onlar sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.”

Âkif çocuklara verilen bilgilerin içeriğinin önemine de değinir. Çocuklara lüzumsuz ve faydasız bilgileri öğretmek yerine, yararlı bilgilerin öğretilmesinin lüzumunu ise şöyle konu edinir:

“İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini hatırlamayacak kimse var mı? Bilgi namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? “Düşünüyorum da sekiz yaşında ezberlediğim birçok cümleleri, metinleri otuz sene sonra anlayabildiğimi görüyorum! Tabiî on beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm müsait olmayacak.

Acaba hazmedemeyeceği kadar kuvvetli yemeklerle harap edilen mide gibi, bu şekilde özümseme işinden, alışkanlığından mahrum kalan akıla, şuura yaratılıştaki faaliyeti geri vermek, bozuk bir hazımla ilgili cihazı tamir etmeye benzer mi? Mümkün ile mümkün olmayan kıyaslanılabilir mi?”

Üstad Âkif, çocukların eğitimine dair bu eleştirilerle de yetinmez. Okul kitaplarının çocukların anlayacağı bir seviye ve anlaşılır bir lisanla yazılması gerektiğini belirtir ve konuyla ilgili şu görüşleri dile getirir:

“Bugün mini mini çocuklar için yazıldığı yazarları tarafından belirtilen, söylenen öyle okuma kitapları, öyle fen kitapçıkları görüyorum ki onları anlamak hususunda ben bile sıkıntı çekiyorum! Pekâlâ, bunları benim çocuklarım nasıl anlayacak? …”

Aynı konuda ailelere, anne babalara da seslenen Üstad Âkif, çocukların eğitiminde ebeveynlerin hassas olması ve onları nasıl eğitmeleri gerektiğine dair görüşlerini şöyle ifade eder:

“Muhterem okuyucularımızın birçoğu aile sahibidir. Çocuklarının akşam sabah okula götürüp getirdikleri kitapları lütfen bir kere gözden geçirsinler; bir kere de çocuklara okudukları şeyleri sorsunlar? Görecekler, anlayacaklar ki, o çaresiz yavrucaklar hiçbir şey anlamıyorlar; beyinlerindeki bilgiyi emanet para gibi taşıyıp duruyorlar! Yazık değil mi? Biz sersem olduk diye çocuklarımızı da mutlaka kendimize mi benzetmeliyiz?”

Pek çok şiirinde de eğitim konusuna temas eden Mehmed Âkif, İslâm’ın korunması ve anlaşılması için ilme ihtiyaç olduğuna vurgu yapar. Çünkü ona göre dindar olmak ve dini korumak, dini anlamak ancak ilim ve eğitimle mümkün olabilir. Dinin cehaletle yaşamasına imkân yoktur. Bu nedenle yapılacak ilk iş bilgi edinmek olmalıdır…”

Eğitimciliğin önemine de değinen Üstad, “Fatih Kürsüsü”nde” adlı eserinde (Bkz. Safahat, Dördüncü Kitap, s. 244- 245.) eğitimci olmanın dört önkoşulunu da şöylece sıralar:

“Eğitimcilerde ilk olarak iman ve terbiye aranmalıdır. Aranacak diğer iki vasıf ise eğitimcinin yetenekli ve vicdanlı olmasıdır. Bu vasıflardan yoksun olan kimselerin eğitimci olması mümkün değildir. Çünkü eğitimcilerin görevi kutsal ve büyüktür…”

Liyakatsiz eğitimcilere ağır eleştiriler yönelten Âkif, başımıza gelen bütün olumsuzlukların, belâların cehaletimiz yüzünden geldiğine dikkat çeker. Bu nedenle ilim öğrenmenin gerekliliğini belirtir. Çocuklarımızın ise ilim öğrenirken din ve mukaddesata son derece saygılı olunması gerektiğinin altını çizer. Nitekim şu mısraları bu açıdan çok manidardır:

“Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet!

Bir hâle getirdin ki; ne din kaldı ne namus!

Felaketin başı, hiç şüphe yok cehaletimiz,

Bir derde çare bulunmaz-ne olsa-mektepsiz,

Hesap edilirse cehalet kadar çıkar mühlik,

Maarif oldu mu bir yerde sade müstehlik.”

Eğitimde sevgi ve müsamahanın önemine, gerekliliğine de değinen Üstad Âkif, çocuk eğitim ve öğretiminde dayağın yeri olmadığını dikkat çeker.  Nitekim onun şu tek mısraı bile bu gerçeği bütünüyle ortaya koymaya yeter:

“Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında…”

 

Sizin bir kitabınız var: “Mehmed Âkif-Tevfik Fikret Çatışması”… Buradan hareketle Tevfik Fikret de bir eğitimcidir. Onun eğitimciliği vasfı konusunda neler söylersiniz?

Fikret inançsızlığın açmazlarında kaybolup gitmesinin yanı sıra, hocalık yaptığı okullarda öğrencilerini de kendisi gibi aynı açmaza, aynı felakete sürüklemeye çalışmış bir şair ve eğitimcidir. Bunun en belirgin şahidi de onunla uzun yıllar Galatasaray Lisesinde hocalık yapan Babanzâde Ahmed Naim’dir. Ahmed Naim, öncelikle Fikret’in etkili bir konuşma gücüne sahip olmasının kendisinde  herkesten üstün olduğu yolunda bir vehme kapılmasına sebep olduğunu belirtir ve Fikret’in, Yaratıcı’ya hitaben: “Ben benim, sen de sen, ne rab, ne  ibad” diyecek kadar mağrur ve cüretkâr olduğunu, dolayısıyla bir tür tatminsizlik içinde bulunduğunu zikreder. Sâdece bununla da yetinmez. Fikret’in bu üstünlük vehmiyle Amerikan bayrağı altında Protestanların propaganda ocağı olan Robert Kolej’de külliyatlı bir maaşla görev kabul  ederek Müslüman gençlerin dinî ve millî duygularını bozmaya karar kıldığını ve en nihayet orada  ve böyle menfi bir hizmette can verdiğini belirtir. Galatasaray Lisesi’nde beraber çalıştıkları süre içerisinde Fikret’i iyi tanıdığını, hoş sohbet birisi olmakla beraber onda iman ve İslâm’a dair bir işarete rastlamadığı gibi Fikret’in ahirete inanmadığını o zaman kendisine söylediğini hatta Mekteb-i Sultânî’ yâni Galatasaray Lisesi’nden istifa edip Robert Kolej’e geçmesinin  sebebinin, dinsiz olarak yetiştirmek istediği öğrencilerin Müslüman bir çevrede (Galatasaray) sıkıntı çekmemeleri olduğunu, yine bizzat kendisine söylediğini ifade eder. Hal böyle olunca Fikret’in payına düşen koskoca bir onmazlık ve olumsuzluktur; arkaizmin labirentlerde kaybolup gitmektir. Çünkü inanç özgülük, inkâr ise tutsaklıktır. Fikret de bu toprakların çocuğu olmasına rağmen çoğu Tanzimat ve Meşrutiyet aydını gibi pozitivizmin cenderesinden kendine kurtaramayarak “ilhad” çukurunda ömrünü tamamlamış ve hakikatin sırrına erememiştir. Tabii bu noktada dramatik olan husus, otuzlu yaşlara kadar inançlı Fikret’in, otuzundan sonra İkinci Fikret olarak ateizmin cenderesinde boğulmuş olmasıdır…

 

Şimdi de dilerseniz Mehmed Âkif ve Tevfik Fikret’in oğullarından konu edinelim. Mehmed Âkif’in oğlu Emin ve Fikret’in oğlu Haluk’un ve bunların dramatik yaşamları konusunda bilgi verir misiniz?

Çoğu Tanzimat ve Meşrutiyet aydınlarının dramı gibi Tevfik Fikret’te ruhi trajediyi yaşarken başarısızlar ve “nasipsizler” cephesinde yerini alır. Çünkü Fikret’in zihninde göçen “Kâinâtı muhît olan Zât-ı İlâhî değil, Fikret’in zihnindeki ulûhiyet fikridir.” Fikret ne yapacağını bilmez bir şekilde sarsıldıkça sarsılır. Özellikle de hayatının son döneminde büyük ümit bağladığı, teselli kaynağı olarak gördüğü ve dünyasında şiirleri gibi her şeyini hasrettiği biricik oğlu Halûk’un Amerika’daki ilgisiz tavrı onu bütünüyle olumsuzluğa sürükleyerek onu hayattan koparır.

Bu nokta Fikret’in, inanç ve düşünce serüvenini düşündüğümüzde, bir mümin olarak gerçekten hüzünlenmemek elde değildir. Keşke Tevfik Fikret de, ateist içerikli o şiirleri yazmayıp, tabiata taptığını belirten mısraları serdetmeyip, bir ikinci Mehmed Âkif olup milleti­mize güzellik ve doğruluğun yolunu gösterseydi… Fakat gösterememiştir. Hiç şüphesiz bu büyük bir kayıptır. Bunun için Fikret’in dramını düşündüğümüzde fazlasıyla üzülmemek elde değildir…

Ayrıca onun büyük umud bağladığı, şiir üstüne şiir yazdığı oğlu Halûk Fikret’in daha babası Tevfik Fikret yaşarken lise eğitimi için gönderildiği İskoçya’dan lise eğitimini bitirip, Hıristiyan olarak Türkiye’ye dönmesi, daha sonra gittiği Amerika’da 1943’te önce rahip yardımcısı ve 1956’da da Presbyterian Kilisesi’nde Orlando’da başrahiplik rütbesini alması ve 1965’te bu görevde iken ölmesi yine hüznümüzü artıran bir başka vahim hadisedir.

Mehmed Âkif’in oğlu olan Emin’in yaşam serüveni de bir hayli ıstırap ve hüzünlüdür.  Kırklareli’nde askerlik vazifesini yaparken Arapça bildiği için ara sıra arkadaşlarına Kur’ân öğretir, âyetleri tefsir ederken yakalanır. Bu hareketi irtica mâhiyetinde görülür. Divân-ı Harb’e verilir ve tutuklanarak hapse konur. Tevkifhaneden beraber bulunan bir çavuşun yardımıyla firar eder. İstanbul’a gelir, oradan bir vapurla Mersin’e gider. Mersin’den yaya Antakya’ya giderken yakalanır. Tekrar hapse konur. Sonra Bursa’da bir çiftlikle işe yerleştirilir. Âkif’in oğlu olduğu için işten çıkarılır. Eşi vefat eder. Sonra uyuşturucu ve içki bataklığına düşer ve Tophane’de bir kış günü (24 Ocak 1967), açık bir kamyonun karoserinde donmuş olarak bulunur…

Bir notada Âkif’in büyük bedelin benzerini onun oğlu olarak ağır bir biçimde öder. Buna karşın gerek Haluk’un ve gerekse Emin’in serüveni hüzün ve acı veren bir serüvendir…

 

Hocam hem gençlerin hem de gençlerle ilgilenen gerek eğitimcilerin, gerekse ebeveynlerin kendilerini yetiştirmeleri ve geliştirmeleri için nelere dikkat etmeleri gerekmektedir? Özellikle de öğretmenlerin…?

Eğitim başlı başına bir sanat, insan yetiştirme sanatıdır. Her bir eğitimci bir ruh arkeoloğu misali çocukların ruh ve düşünce dünyalarını güzel fikirlerle bezeyip, onlar ahlâklı birer insan olarak yetiştirirler. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in “Ben bir muallim olarak gönderildim” ifadesi öğretmenlik mesleğinin ne denli anlamlı ve önemli bir meslek olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Bu hadis öğretmenlik mesleği için hem en büyük paye, hem de en büyük bir ayrıcalık olduğunu pek güzel bir biçimde ortaya koyar.

Buradan hareketle eğitim ve öğretimi; “İnsanı güzel ahlâk sahibi yapma” faaliyeti olduğuna vurgu yapıp, öğretmenliği de bu faaliyeti icra eden kişiler olarak nitelemek pek âlâ mümkündür. Bu sebepledir ki dünyanın en zor, zor olduğu kadar da en güzel mesleklerinden biri öğretmenliktir. Çok zor ve o denli meşakkatli bir zanaattır. Öğrencilerle uğraşmak, onlarla hemhal olmak, onları yönlendirip istikamet vermek çok emek isteyen ulvi bir iş, ulvi bir eylemdir.

Bu açıdan bakıldığında öğretmenlik çok dikkat gerektiren bir meslektir. Bundan dolayı öğretmenlerin hata yapma lüksleri yoktur.

Öğretmen bir kuyumcu titizliği ile bir fidan gibi büyüyen çocukları maddi ve manevi olarak eğitecektir. Bu eğitim sırasında öğretmenler alabildiğine duyarlı davranarak çocukların ruh ve düşünce dünyalarını müsbet olarak etkileyecektir. Yetkin ve o derece mesleğine kendilerini adamış olmaları öğretmenler için bir ön şarttır. Bunun içinde öğretmenlerin toplumda her açıdan birikimli olmaları gerektiği ortadadır. Ne var ki kitap okumayanlar ülkesinde şimdilerde bu pek mümkün görünmemektedir. Okumayan bir toplumda okumayan eğitimci olmak, eğitimin önünde en büyük engel teşkil etmekten başka bir şey değildir…

Ne var ki ülkemizde eğitim ve öğretim noktasında açmaz hala devam etmektedir. Unutulmasın ki, öğretim bilgi işidir akla hitap eder; eğitim ise bir sevgi işidir kalbe hitap eder… Henüz ülkemizde bu ciddi ayrımın farkına varılmadığı için yalnızca öğretimle yetilmekte, eğitim ise ihmal edilmektedir… Böylelikle olan çocuklarımıza olmaktadır…

 

Eğitim sistemi konusunda, özellikle de batı ve yerli eğitim konusunda düşünceleriniz nedir? Sıklıkla batı eğitiminin nesilleri mahvettiğine vurgu yapıyorsunuz. Bunu izah eder misiniz?

Kendi kültürümüze ve medeniyetimize özgü bir eğitim sistemini hayata geçirmeliyiz. Hâlâ bizim kendimize özgü bir eğitim sistemimiz yok. Var olan ise batı endeksli, bize yabancı olan bir sistem. Durum böyle olunca Batıyı taklit ettiğimiz süreçte öykünmeden, geri kalmaktan başka elimize bir şey geçmeyeceği artık bir realitedir. Bunu da en güzel biçimde Muhammed İkbal, “Batı eğitimi, modern bilimi vermeye çalışırken buna paralel olarak bireydeki ruhu öldürür…” diyor. Özellikle de İslâm coğrafyasındaki yeni neslin açmazlarını ve zafiyetlerini modern eğitime bağlıyor. “Bilhassa korku ve ahlak zafiyetini…” ve ekliyor:

“Kültürlü, münevver gençlerin kafaları bomboş, dudakları hakikate susamış olmakla kurumuş, yüzleri parlak, ruhları karanlık, akılları aydınlığa muhtaç, görüşleri fersiz ve bakışları da zayıftır. Sanki bu âlemde hiçbir şeye şahid olmamışlardır… Kendilerini inkâr edip başkalarına inanıyorlar… Ümit, onların kalbindeki beşiğinde ölüp yok olmakta ve bunlar artık hürriyeti düşünememektedirler. Modern okullar bunlardan dinî hisleri çekip almıştır. Onlara onları şahsiyetlerinden uzaklaştırmış ve Batı medeniyetini onlara süsleyip sevdirmiştir. Onlar da bu yüzden bir arpa ekmeği için yabancılara avuç açıyorlar ve bu hususta ruhlarını bile satıyorlar. Eğitimciler ise onların kıymetini -ne yazık ki- bilmiyorlar. Onlara şereflerini haber vermiyor ve şahsiyet de kazandırmıyorlar. Bu gençler mü’mindirler fakat ölümün sırrını da bilmiyorlardır. Allah’tan başka bir güçlü ve galibin olmadığına da inanmıyorlar. Avrupa’dan Lât ve Menât gibi putları satın alıyorlar. Müslümandırlar, fakat kalpleri putların etrafında tavaf etmektedir. Avrupa onları savaşsız öldürmüştür. Edepsiz akıl ve düşünürler, katı kalpler, haramdan sakınmayan gözler, afet ve felâketler karşısında erimeyen kalpler… Onların elde ettikleri bütün ilim ve fen, din ve siyaset, akıl ve kalp, hepsi birden maddiyat etrafında dönmektedir. Düşünceleri hiçbir değer taşımamakta…, hayatları ise, donuk, hissiz ve bir işe yaramamaktadır…”

Modern eğitim sistemini sert bir biçimde tenkid eden İkbal, modern eğitimcileri de nesilleri ruhsuz ve şuursuz yetiştirdikleri için Allah’a şikâyet şöyle şikâyet eder:

“Allah’ım! Modern eğitimi yürütenlerden şikâyetimi sana arz ediyorum. Çünkü onlar kartal yavrularını küçük ve zararsız kuşlar gibi, aslan yavrularını da kuzu terbiyesiyle terbiye ediyorlar.”

Bu ifadelerden bizim payımıza ne düşüyorsa onu fazlasıyla almakta fayda var…

 

Bugün kendi eğitim sistemimizi oluşturmak, çocuklarımızı evrensel inancın istikamet verdiği bir düzlemde yetiştirmek için eğitimcilere hangi eserleri okumalarını tavsiye edersiniz?

 Kutlu Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in meal ve tefsirleri en fazla okumamız gereken kitaplar… Sonra Hadis külliyatı, Sevgili Peygamberimizin Hayatı, Ashabın hayatları… Ve Şark Klasikleri… Eğitim noktasında özellikle İmam-ı Azam, İmam-ı Gazali, Kınalızâde Ali Çelebi, Aşık Ali Paşa, İbn- Haldun, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Celalzâde Mustafa Çelebi, Muhammed ez-Zernûcî, Ahmed Cevdet Paşa, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Mehmed Âkif, Babanzade Ahmed Naim, Muhammed İkbal, Mustafa Satı, Ahmed Hamdi Akseki, Ömer Nasuhi Bilmen, Muallim Cevdet, Muhammed Hamidullah, Sezai Karakoç ve daha nice bilgeler, eğitimciler, mütefekkirler…  Bunlar ilk aklıma gelen isimler. Bunlara onlarcasını eklemek mümkün. Bunlar okunursa hasta maarifimizi, yatalak halinden kurtarmak mümkün… Tabii Batı klasiklerinide okumak gerek ektedir… Lakin önce kendi mütefekkirlerimizin, bilgelerimizin eserleri olan Şark klasikleri, sonra da Batı klasikleri okunmalıdır…

 

Bir de sizin karşı çıktığınız gençlerin kategorileştirme meselesi var. Bu konudaki neler söylersiniz   

Eğitimde moda haline getirilen “kuşak meselesi”… “X” kuşağı, “Y” kuşağı, “Z” kuşağı… Bunlar çocukların, gençlerin anlaşılmasını zorlayan, kavram kargaşası oluşturan hususlar. Çocuklar, gençler ifadeleri dururken onları harflere indirgeyip bilinmezliğe sürüklemek, deyim yerindeyse onlarla aramıza duvar örmek, hat çekmek, onlarla aramıza mesafeler koymak gibi geliyor bana. Bu nedenle bu yersiz kategorileştirmelere çok olumsuz buluyorum. Dedim ya, onları ifade eden “çocuklar”, “gençler” neyimize yetmiyor? Neden bir matematik, kimya formülü gibi, onları harflere indirgiyor ve bir bilinmezliğin içine sokuyoruz.?

Bunlar bir özenti ve kompleksin dışa vurumu değil mi? Nesli teknolojik anlamda kategorileştirme ve bir birinden ayırıp yabancılaştırmadan farklı bir şey değildir…

Şimdi de “alfa” kuşağı…

 

Son olarak söylemek, eklemek istediğiniz bir husus var mı?

Söyleşimizi isterseniz eğitimcilere dair yine Muhammed İkbal’in şu anlamlı ifadeleriyle bitireyim:

“Ey Doğu neslinin eğitimcisi! Allah gençliğini sana bağışlasın. Onlara biraz tevazu dersi ver; izzeti nefisle beraber alçak gönüllülüğü de öğret. Onlara kayaları nasıl yaracaklarını, dağları nasıl tesviye edeceklerini haber ver. Çünkü Batı onlara ancak cam yapmayı öğretti. Birbirini takip eden iki yüzyılın köleliği onları üzdü ve kalplerini yıprattı. Onlara güven ve itimadı nasıl iade edeceğini, fikri karmaşıklıkla ve karışıklıkla nasıl mücadele edeceğini sen düşün ve sonra da onlara öğret…”

Evet, İkbal’in de dediği gibi ümmet olarak, ülke olarak şimdi düşünme zamanı… Hem de modernizmin büyüsünden ve boyun ağrılarından kurtularak… Özgürleşmek için düşünmek bir zorunluk ve ön koşuldur çünkü…

admin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir