Hocam birçok kitabı bulunan kıymetli bir yazarımızsınız ve aynı zamanda bir eğitimcisiniz. Öncelikle size şunu sormak istiyorum. Bir toplumun kendi edebi değerlerini üretmesi ve bunlardan beslenmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunun topluma nasıl bir yansıması olur?
Bu sorduğunuz sorunun cevabı, millet olmanın temel şartıdır. Çünkü millet, edebiyatıyla sanatıyla var olur. Köklerine bağlılığını şiir, sanat, masal, hikâye ile devam ettirir. Bu bizim tarihimize genellikle şifahi kültür ile aktarılmıştır fakat yazıya dönüşmeyen kısmı tehlikededir. Şimdi internet nesli için özellikle bütün kadim değerlerimizi ses kaydı, yazı kaydı ile kayda geçirmemiz ve dijital kayıtların her türlüsü ile korumaya almamız gerekir. Çünkü onlara savaş açan, onları ortadan kaldırmak isteyen bir sürü şer cephesi var. Bu durumun önemli olmasının sebebi de bir milleti millet yapan unsurun maneviyat olmasıdır. Maneviyatı da diri tutan, sanat ve edebiyattır. Dolayısıyla oradan ilham ile yazılmış eserler, söylenmiş sözler milletin ruhunun gıdasıdır. Ruhsuz insan olmaz, ruhsuz millet olmaz. Ruhsuz medeniyet de olmaz. Olursa (Uydurukçaya karşıyım ama güzel bir kelime uydurmuşlar) uygarlık deniyor, bu da aygırlıktan beter bir şeydir. Kafaları olsa da kalpleri olmayan, sürekli maddecileşmiş, bencilleşmiş ve dolasıyla da robotlaşmış insanların dünyası oluşuyor. Bizim öyle olmamamız için şiire, sanata ve edebiyata ruh veren kadim değerlerimize sımsıkı sarılmamız gerekir. Bunu, millet olmamızın bir gereğidir diye düşünüyorum.
Şu anda topluma baktığımızda kendi kültüründen ve özlerinden bir kopuş ve sahiplenememe durumu söz konusu, sizce bunun nedeni nedir? Çözümü için üzerimize düşen görevler nelerdir?
Evet; bir çözülme, dağılma hatta daha kötüsü bir savrulma var. Çünkü daima sesi güçlü çıkanlar; toplumu, dolayısıyla insanı etkilemişlerdir. Ama Şeyh Sadi Şirazî’nin güzel bir sözü vardır. Sesi çok çıkanlar değerli ve kıymetli değildir manasında şu sözü söylemiş: Savaş davulunun içi boş olduğu için sesi çok çıkar. İçi dolu olanların sesi çok çıkmaz ama tarihle, edebiyatla, inanç değerlerimizle, bizi biz yapan manevi değerlerimizle dolu olanlar en azından buna önem verenlerin de sesinin çok çıkması lazım. Şimdi buna dair teknoloji fırsatlar veriyor bunu iyi değerlendirmemiz lazım.
Kopuş neden? Çünkü insan bilmediğinin düşmanı bile olur, bilmediğinden kopar. Kendi kültürünü geri görenler, o sesi çok çıkan tantanası, gösterişi, rengi, alası vâlâsı çok olanların, iyi reklam yapanların her bakımdan iyi olduğunu düşünen nesiller köklerinden uzaklaşırlar. Bunun böyle olmadığını nasıl anlatacağız. Yazacağız, söyleyeceğiz yetmez aynı zamanda o değerleri yaşayacağız. Yaşayan öreklere ihtiyacımız var. İşte sizin gibi gençleri gördükçe, bu konuda umudumuz artıyor. Eskiden büyüklerimiz bize imalat hatası derdi, siz de öyle… Maalesef milli eğitimimiz, gençlere milli değerleri veremiyor. Gençlerimiz de başıboş kalamıyor. Bu çok normal onları suçlama hakkımız asla yok. Zira tabiat boşluk kabul etmez. İnsan gönlü boşluğu hiç kabul etmez. Onu hakikatiyle dolduramazsanız batıl dolar. Gerçek yoksa sahteleriyle, çakmalarıyla gıdalanmaya çalışırlar. Onlar da zehirli gıdalardır, insanı perişan eder. Bu sorunuzdaki gibi insanı bütün manevi değerlerden koparır. Baskın kültürün insanları, adamları haline getirir.
Hocam ben de bir öğretmen adayı olarak sizlere şunu sormak istiyorum. Bizim gençlerle iletişimizde öncelememiz gereken konu nedir?
Evet, bu konuda maalesef çok büyük bir yanlış yapılıyor. Gençlerle iletişim deyince kafa yani bilgi yani akademik kariyer düşünülüyor. Oysaki bu daima ikinci planda, gönlün ve aklın gerisinde durması gereken bir değerimizdir. Tabii ki eğitim şart. Eğitimin olmazsa olmaz bir ayağı bilgi, akıl, zeka, zihin ama bunlardan önce gençlerle iletişim kurabilmek için gönle girmek lazım. Bütün mesele, öğretmenlikte de insani ilişkilerde de -ben elli senedir böyle söyledim, yazdım hiç pişman değilim şimdi onaylayanlarım çoğaldı eskiden azdı- bir gönle girmektir. Öğretmenin görevi insanı inşa etmek, insan gönlünü yapmaktır. Gönül yapmak, gönle girmek ile mümkündür. Gönül mü kaldı ki diyorlar kalmıştır çünkü bizim özümüz, kültürümüzün temeli İslam’dır. Üzerinden buldozerlerle geçseniz bile onun özü, çekirdeği sağlam kalacaktır. Yetmiş sene, yüz sene ateist bir baskıcı yönetim ile zulümlere uğramış ata yurdumuzdaki, Orta Asya’daki milletler bile azıcık nefes alır almaz hemen İslam’ı hatırladılar. Bu böyle bir şey, mucizeli bir güç var orada. Dolayısıyla ümitsiz olmamak lazım. Öğretmen arkadaşlara diyorum ki en haylaz, en işe yaramaz gördüğünüz, canınızı en çok sıkan, bundan adam olmaz- çok yanlış da- dediğiniz farz-ı muhal; bir insanda bile girecek bir gönül vardır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bir cümlesini güncelleyip burada noktayı koyayım. “Her gönül yüz kapılı bir saraydır. Doksan dokuz kapısı kapalı olsa bile illa girecek bir açık kapı vardır.” İşte öğretmen, hoca duruşunu sergiliyorsa o açık kapıyı sezgileri ile görür; oradan girer. Diğer paslanmış anahtarları, sürmeleri arkasından kolayca açar. Bunu yapmazsa emek vermezse, biraz yorgunluğu göze almazsa sabırla, kapalı kapılara gider toslar. Belki kırar girer ama içeride sevgi, şefkat, merhamet yerine bir enkaz, bir yıkıntı bulur ve o insanı da kaybetmiş olur.
Peki, bu tecrübe ile mümkün olan bir şey mi hocam?
Tabi ki öğretmenlik mesleği tecrübedir. Bilgi altyapısı mutlaka olmalı ama asıl önemli olan tecrübedir. Biz çok genciz, yeni başlayacağım diyeceksin sen de arkasından o soru geliyor. Ben de diyorum ki o zaman yaşlı, duayen hocaları, emekli olmuş ama köşesine çekilmemiş ölünceye kadar öğretmenliği göze almış hoca olmaya çabalayan kişileri dinleyin. Bazen bir cümleleri size ufuk açar.
Hocam bir de sizin bir sözünüz vardı; “Bir çocuğun en büyük şansı iyi öğretmendir” diye.
Evet, bir çocuğun en büyük şansı iyi bir öğretmene denk gelmesi ama iyi bir öğretmene de çocukları hazırlamak lazım. Bu noktada da ilk eğitimciler anne ve babadır. Bana da soruyorlar iyi okul var mı öğretmen var mı diye. Ben de diyorum ki- yaşım başım müsait ya kulak çekebiliyorum- iyi bir anne iyi bir baba, eğitimci duruş sergileyen bir anne-baba oldunuz mu? Çocuğu iyi öğretmene hazırladınız mı? A, nasıl oluyor diyorlar. Eğer hazırlamadıysanız o zaman iyi öğretmen hakkınız yok. İyi bir öğretmeni dahi olsa çocuk ondan gereği kadar yararlanamaz. Bu iş evde başlıyor. Sevgi merkezli eğitim derim ben, bunun da başöğretmeni anne yardımcı öğretmeni babadır. Eğer anne-baba, okul çağına kadar çocuklarına gerçekten bir yürek eğitimi verdilerse iyi öğretmenin işi çok kolaylaşır. Ama böyle bir altyapı verilmediyse öğretmenin işi zor.
Hocam günümüzde gençler üzerinde oynan birçok oyun olduğunu görüyoruz. Onları kendi dinlerinden, inançlarından ve yaşam tarzlarından soğutmak yerine bunlara zıt bir yaşam tarzı yerleştirmek isteyenler var. Bir genç bu zamanda kendini bu tehlikelere karşı hangi donanımlara sahip olarak yetiştirmelidir?
Evet; bu milletin düşmanı çok çünkü arkasında şerefli, şanlı bir tarih var. Dolayısıyla yeniden o güce kavuşmasın, yeniden İ’lâ-yı Kelimetullah dediğimiz -Allah adını yüceltmek, yükseltmek- Allah’ın emrettiği adaleti yaymasın diye bir çaba var bir korku var. Hâlâ, Osmanlı deyince Avrupalıların yürekleri titriyor. Ben altı yıl yaşadım içlerinde, bilirim. Dolayısıyla bu tehlike her zaman olacaktır, olur. Ben de Alman, İngiliz, Fransız olsam aynı tedbirleri alırım yani bu milletin insanlığını bozmaya çalışırım. Çünkü her an potansiyel bir tehlike var Avrupa için. Niye? Dinleri batıl, fikirleri batıl, artık eskiden olduğu gibi derin düşünce adamları filozoflar da yetiştiremiyorlar. İnsanlar hayvanlar gibi yaşıyorlar. Bunu hakaret için söylemiyorum bu bir tespit. Ömürleri; yemek odası, yatak odası, tuvalet üçgeni arasında kaybolup gidiyor. Dolayısıyla bizim de bir güç, manevi güç olmamızı, kültürümüzle, medeniyetimizle onları etkilememizi istemiyorlar. Bunun için ne lazımsa gençlere yöneltiyorlar. Ve tabii silahı da bize aldırıyorlar, tetiği de bize çektiriyorlar. Benim birçok Çanakkale kitabım var. Yetmiş kitabımın beşi böyledir. Ama hep konferanslarımı şimdi şöyle bitiriyorum, diyorum ki; Çanakkale 1915’te kalmadı şimdi daha tehlikelisi devam ediyor. Biz görünen düşmana karşı iyiyiz ama görünmeyen düşmana karşı sanatla, edebiyatla gelene karşı, şiire, müzikle gelene karşı hiçbir tedbirimiz yok. Çünkü kültürel seviyemiz maalesef düşük. Okumuyoruz. Dolayısıyla bundan yararlanıyorlar. Bundan yararlananlara karşı da çözüm ne olmalı? Sorunuzun cevabı: okuyan bir nesil. Okuyan bir nesil, bilen bir nesil, içinde yaşadığı ortamı tanıyan bir nesil, manevi değerlerine sahip çıkan bir nesil. Sadece yiyerek, içerek, tembelce yan gelip yatarak ne kendini ne vatanını koruyamayacağını bilen bir nesil olmaları lazım. Çünkü bizim sürekli bir beka meselemiz vardır. Ve bu da normal gelir bana, anormal değil. Çünkü dünyanın en güzel yerinde, dünyanın en güzel ikliminde ve en zengin tarihi değerlerinin üstünde oturmuşuz; Allah nasip etmiş. Kala kala elimizde bu kalmış ama en değerli yeri kalmış. E, şimdi bir İngiliz olsan kıskanmaz mısın? Bu okumayan, geri, teknolojisi zayıf insanlara mı layık şu İstanbul, yoksa bize mi? Bize layık diyorlar. Yunan’ı da öyle söylüyor, Fransa’sı da öyle söylüyor. Napolyon’un sözünü bilirsiniz; bizi transit atlamış gitmiş Rusya’ya, niye İstanbul’u almadın diyorlar. Almasına alırdım da diyor elimde tutamazdım, sahiplenmek isteyen çok, düşmanı çoğaltırdım. Çok objektif bir tespiti vardır yine Napolyon’un: “Dünya tek bir devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” Şimdi bunun düşmanı çok, şimdi burada “rahatizma” hastalığına yakalanıp yan gelip yatmak mümkün mü? Yaşatmazlar adamı. Çok dikkatli, uyanık, manevi değerlerinden güç alan, rahmetli Özal’ın tabiriyle bir elinde Kur’an bir elinde bilgisayar olan teknik ile maneviyatı buluşturan böyle yetişen bir gençliğe ihtiyacımız var.
Edebiyatımızda tür veya konu olarak eksik gördüğünüz kısımlar nelerdir? Edebiyata gönül veren gençlere hangi alanlara yoğunlaşmalarını tavsiye edersiniz?
Öncelikle bütün alanları iyi kullanıldığı zaman etkili olur ve lazımdır. Ama bugünkü en büyük eksiğimiz yazıdaki samimiyetimizdir. Hatipler için de bu böyledir: Konuşmadaki samimiyetimiz. Kendinizden bir şey katmazsanız yazılanları tekrarlarsanız, teyp gibi söylenenleri aynen naklederseniz bu tesir azalıyor. Tesiri çoğaltmak için emek vermek lazım, yaptığınız işe kendinizi vermeniz lazım, kendinizden vermeniz lazım. Yüreğinizden yeni bir maya çalmanız lazım. Ama en çok ne lazım derseniz; samimiyet, samimiyet, samimiyet…
Samimi olmayan hiçbir şey; ne konuşma, ne yazı, fikir, şiir, tiyatro hiçbiri insanlara tesir etmiyor. Samimiyet taklit edilemez. Samimiyet ya olur ya olmaz; birazı, azıcığı filan olmaz. Bakıyorum bazı genç arkadaşlar bir şeyler yazıyorlar. Cümleler güzel, buğulu, tumturaklı, romantik, böyle uçan kaçan cümleler. Beni hiç etkilemiyor. Hedefi bulmayan kurşunlar gibi sağımdan solumdan vızır vızır geçiyor. Gönlüme dokunan, yüreğimi okşayan ve netice olarak beni etkileyen bir şey çıkmıyor. Niye? Diyorum ki gönlünü katmamış. Mesele sadece güzel cümleler kurmak, güzel anlatmak değil. Yüreğinden katacağı en önemli şey eksik olursa diğerleri önemsiz kalıyor, tesir azalıyor. Samimiyet. Bu kelimeyi bile kaybettik şimdi, biliyorsunuz. Kelimelerle beraber manalar da kayboluyor. Şimdi içtenlik diyorlar. O da samimiyeti epey hafifleştiren, azaltan bir şey ama hadi anlaşılsın diye onu diyelim: İçtenlik. Bu nedir? Tebessüm ile sırıtmak arasındaki farktır. İkisi de aynıdır; yüz kaslarını geriyorsun, diş macunu vaziyeti alıyorsun. Ama bunun adı sırıtmak oluyor. Gönlünden gelen bir güzellik, bir neşe, huzur, bir maneviyat yüzüne yansıyorsa bu öyle olmuyor. Aynı kaslar harekete geçiyor ama buradan bir tebessüm ortaya çıkıyor. Bırakın aklı başında insanları, bu samimiyetten bebekler bile anlıyor. Samimiyetsiz ne söz ne eser ne fikir tesir etmiyor.
Çok teşekkür ederim hocam…
Sağ ol, var ol sevgili kızım.
Röportaj: Ebrar Sümeyye CAN
- Gazzeli Çocuk - Eylül 4, 2024
- Acıya Acınmak - Eylül 4, 2024
- ÖZKAN KARACA’DAN YENİ BİR ESER “KENTLER ve İZLER”, RAFLARDA YERİNİ ALDI - Haziran 19, 2024
- Hasrette Hüzün Hüzünde Hasret - Mayıs 14, 2024
- Baba Nasihati - Nisan 5, 2024
- Hüznün Sarı Altın Yaprakları - Şubat 13, 2024
- Dünya Niçin Bu Kadar Sessiz - Kasım 30, 2023
- İnsan - Eylül 6, 2023
- Vehbi Vakkasoğlu ile Röportaj - Ağustos 3, 2023
- Bir Yaz Hatıratı - Temmuz 5, 2023
- Mehmet Nuri Yardım ile Kediname Hakkında Röportaj - Temmuz 5, 2023
- Şimaller - Haziran 29, 2023
- Sizde Durumlar Nasıl? - Haziran 24, 2023
- Fatih-Harbiye Romanı Üzerine Bir İnceleme - Ocak 18, 2023
- Aşkı Var Edip Dünyayı Sevilesi Gösteren - Aralık 26, 2022
- Karanfil Alır mıydınız? - Aralık 24, 2022
- Yusuf Bilge Anıldı - Aralık 24, 2022
- Tek Kelime - Aralık 24, 2022
- İstanbul’da Bir Sonbahar Günü - Aralık 24, 2022
- Eyüp Güzel ile Yapılan Röportaj - Aralık 24, 2022
- Şiir sever misiniz? - Aralık 24, 2022
- ESKADER ödülleri sahiplerini buldu - Aralık 2, 2022