Doksanlı yılların ortalarında bir yaz günüydü. Haziran ayının başlarındaydık. Okullar yeni kapanmıştı. Ailem Tekirdağ’daki evimizin tadilatı ve temizliği için beni anneannemin yanına bırakmıştı. Oldum olası kendi evim dışında farklı bir yerde kalmayı bir türlü sevemedim. Bu durum çocukluğumda da böyleydi. Gerçi çocukken ne kadar tercih hakkımız olur siz düşünün. Ben de biraz mızmızlanarak, biraz da şımararak rahmetli anneannemin evine birkaç günlüğüne yatıya gönderildim. O zamanlar on ya da on bir yaşındaydım. Dedem ben beş yaşındayken vefat etmişti. Anneannem o koca evde tek başına çok mutlu yaşardı. Sabah kahvaltısından itibaren, sürekli ya telefonu ya kapısı çalardı. Gün içinde karşı dairedeki komşu kahve muhabbetine, karşı sokaktaki komşu çaya, yan apartmandaki komşu hâl hatır sormaya gelir derken bir bakmışsınız akşam olmuş. Akşam da “Hadi Saadet Hanım, torunlarımızı alalım da dondurma yemeğe büyük parka gidelim” derlerdi. Ben, o zamanlardaki keyifli sohbetleri, hasbihalleri ve paylaşımları başka hiçbir komşulukta göremedim. Yani büyüklerimizin anlat anlat bitiremediği o günlerin son demlerine yetişmiş biri olarak yine de kendimi şanslı hissediyorum. Saadet Sultan’ın evindeki -anneanneme böyle hitap etmeyi çok severdik-; saat başı” gon gon gon”diye öten antika bir saat vardı. Sesi beni hem rahatsız eder hem de korkuturdu. Gecenin bir vaktinde uykunun arasında böyle bir sesi kim duysa irkilirdi. Şimdi bu sesi duymak için o saati alıp evimin en güzel köşesine koymayı hayal ediyorum. Sabahları bu sesle uyandıktan sonra, kalın kırmızı şeritleri olan, lacivert renkli sabahlığı içinde Saadet Sultan’ı tatlı tatlı sofrayı hazırlarken görürdüm. Biricik torunu gelmiş; hazırlamasın da kime kursun reçelli, ballı, içi bol cevizli yaz helvasının olduğu sofraları. O günlerden beri hiç o kadar lezzetli helva yemedim desem yalan olmaz herhalde. Uzun kahvaltı faslından sonra anneannem ütülerimi yapar beni dışarı çıkmam için hazırlardı. Kendi de sütlü kahve, soluk çiçek desenli başörtülerinden birini ayna karşısında özenerek bağlar; eline minik kırmızı cüzdanını alır benle beraber sokağa çıkardı. Anneannemin evinin hemen karşısında çıkmaz bir sokak vardı. Bütün evler iki katlıydı. Annem de çocukluğunda hep bu sokakta oynarmış. Hele o zamanları bir dinleseniz daha çok hoşunuza giderdi. Saadet Sultan bazen bize kendi küçüklüğü ve gençliğinden bahsederdi. İşte o zaman değil hoşumuza gitmek, o yıllarda yaşadığımızı hayal edip bulutlara dalardık. Ben sokakta oynamaya alışkın değildim. “Sek sek” oyunu bizim döneme çok sirayet etmese de bilirdim. Ama en çok İstanbullular, Ankaralılar diye farklı farklı isimler takıp zorluk derecesi belirlediğimiz lastik atlamayı severdim. Sokakta en çok kızlar arasında bunu oynardık. Erkekler de bisiklete biner, kendi aralarında toplaşır; bazen bize hatır sormak için yanaşırdı. O zamanlar kardeşçe, masumca ve en güzeli kimsenin aklından hinlik geçmeyecek muhabbetler olurdu. Bazen lastik oynamaktan canımız sıkılır, elimize yeni çıkan ve gençlere hitap eden çizgi roman tarzında dergileri alıp, onları seslendirirdik. Aslında o dönem çok kitap okurdum ama bütün yaşıtlar bir araya gelince dönemin ünlü popçularının kliplerini, danslarını taklit ederek eğlenirdik. Saadet Sultan arada bir balkondan bize bakar hatta çağırıp yoklardı. İkindiye doğru Saadet Sultan yanımda hangi yaşıtım varsa onla beraber bizi çağırır; çocukların en sevdiği köfte-patates ikilisiyle midemizi şenlendirirdi. Bazı günler sokaktaki oynadığım arkadaşların anneleri de beni yemeğe davet ederdi. Şimdilerde zamanın ve kişilerin güvenilmez olduğu bu dünyada çocukların kendilerini tabletten ya da konsol oyunlarından alamadıkları gerçeğini görmek ne acı… Akşam da Saadet Sultan ile televizyonun önüne geçer belli bir saate kadar oturup sonra yatardık. Öyle yok, gece yarılarına kadar oturmak. Her çocuğun uyuma, kalkma, televizyon karşısında vakit geçirme, ders, yemek gibi aktiviteleri için programlı zamanları vardı. En azından ben ve çevremdekiler öyle yetiştirildik. Anneannemin evinde sadece saat değil neredeyse birçok şey antikaydı. Longplay denilen plak müzikçalar, parlak maun ağacından yapılmış uzun radyosu ki en çok halk türküleri çalardı; oymalı koltuklar, hatta en çok sevdiğim yatak odasındaki rahatlığı şimdilerde bulunmayan hem geniş hem yüksek divan… Daha çok sayabilirim çünkü o evde aslında bir tarih yatıyordu. Eski siyah beyaz hatta kim olduğu anlaşılmayan karalıktaki fotoğraflara baktıkça kendimi film seyrediyor gibi hissederdim. Savaş yıllarına ait, arkası mektup gibi yazılı fotoğraflar “Sizden önce bizler vardık” der gibi bizimle konuşurdu. Şimdilerin sosyal medyadaki, bol filtreli, gerçek olmayan resimlerine baktıkça “Bu da yaşam mı” demeden kendimi alamıyorum. Yatılı kaldığım dönemde sadece komşuluk, arkadaşlık, iki katlı evlerin olduğu sokak değildi beni etkileyen. Saygı ve edep kavramlarının en iyi örneklerini gördüm ve yaşadım o günlerde. Bir gün o çıkmaz sokakta oynarken canım cips tarzı atıştırmalık bir şeyler yemek istedi. Anneannem bana:
“Eğer alacaksan tek başına alma. Arkadaşlarına da almamız gerekecek. Elinde bir başına onu yersen ayıp olur” dedi.
Yine sıcak bir yaz günü, çocuğuz tabi hararet vurmuş bir halde oynarken, komşu teyzeler de evlerinin önünde hem bizleri seyrediyor hem muhabbet ediyordu. Derken içimizden Ufuk isimli bisikletli arkadaş bakkala gitti. Dondurmacı Sadık Efendi’den dönerken bir baktık elinde pembe renkli, sopanın ucuna yerleştirilmiş, çileğe benzer tatlı bir koku yayan dondurmasını yalaya yalaya yanımıza yaklaşıyor. Tam o anda babaannesi onun bu halini görünce kızarak:
– “Ufuk, hemen gir apartmana! Yiyeceksen orda ye ve bitirince çık. Arkadaşlarının önünde yenir mi? Canları çekecek kızancıkların” diye torununu doğruca içeri aldı
O zamanlar bu söylenen ve yapılanlara ehemmiyet vermesem de şimdilerde nasıl bir görgü, eğitim hatta edep içinde yaşadıklarını hatırlayarak çevremde bu insanları arar oluyorum.
Mekânı güzelleştiren insanlardır deriz ya şimdilerde ne Saadet Sultan ne de o candan komşuları ne de sokakta oynayan neşeli çocuklar kaldı. Hepsini rahmetle anıyor ve arıyorum. Bazı akşamlar anneannemle balkonda otururken, gökyüzünün kararmaya yakın afili gece mavisini, güneşin veda ederken kızılımsı bakışını hatta gökyüzünde parlak toplu iğne ucu gibi saçılmış yıldızları seyrederdik. Bugün baktığımda sadece karşıdaki apartmanlarının sımsıkı çekilmiş panjurlarını görüyorum. Annemden beri iki kuşaktır oynadığımız o çıkmaz sokak, birkaç sene sonra karmaşık şehrin kayıp bir parçası olmak üzere yıkıldı. Hani bayramda cicili bicili, sevimli kıyafetler giyeriz fakat ilk gittiğimiz misafirlikte üzerimize meyve suyu döküp tüm elbiseyi sevimsiz hale getiririz ya; işte o sokak da çok katlı ve kalın binalarla birlikte karanlık ve ruhsuz bir sevimsizliğe büründü. Ben zihnimde hala o günleri hayal edip yaşıyorum. Kim bilir belki buralardan çok uzakta, o sokakta, evde Saadet Sultan ile yine birlikte olmak nasip olur.
Hatıralarda yaşamak dileğiyle…
- Gazzeli Çocuk - Eylül 4, 2024
- Acıya Acınmak - Eylül 4, 2024
- ÖZKAN KARACA’DAN YENİ BİR ESER “KENTLER ve İZLER”, RAFLARDA YERİNİ ALDI - Haziran 19, 2024
- Hasrette Hüzün Hüzünde Hasret - Mayıs 14, 2024
- Baba Nasihati - Nisan 5, 2024
- Hüznün Sarı Altın Yaprakları - Şubat 13, 2024
- Dünya Niçin Bu Kadar Sessiz - Kasım 30, 2023
- İnsan - Eylül 6, 2023
- Vehbi Vakkasoğlu ile Röportaj - Ağustos 3, 2023
- Bir Yaz Hatıratı - Temmuz 5, 2023
- Mehmet Nuri Yardım ile Kediname Hakkında Röportaj - Temmuz 5, 2023
- Şimaller - Haziran 29, 2023
- Sizde Durumlar Nasıl? - Haziran 24, 2023
- Fatih-Harbiye Romanı Üzerine Bir İnceleme - Ocak 18, 2023
- Aşkı Var Edip Dünyayı Sevilesi Gösteren - Aralık 26, 2022
- Karanfil Alır mıydınız? - Aralık 24, 2022
- Yusuf Bilge Anıldı - Aralık 24, 2022
- Tek Kelime - Aralık 24, 2022
- İstanbul’da Bir Sonbahar Günü - Aralık 24, 2022
- Eyüp Güzel ile Yapılan Röportaj - Aralık 24, 2022
- Şiir sever misiniz? - Aralık 24, 2022
- ESKADER ödülleri sahiplerini buldu - Aralık 2, 2022